Serbest Kürsü Sayfa’mızın yazarlarından Ekonomist Zeki Alptekin, corona krizi döneminde “Küresel krizlerin ekonomi politiği” ni yazdı. Beş bölümden oluşan seri yazının üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.
01 Mayıs 2020
Geçen yazımızda geniş olarak ele aldığımız 1929 dünya ekonomik krizinden sonra bu yazımızda sırasıyle 1973 ve 1979-80 petrol krizi, 1987 ve 2008-09 finans krizi ve bunları yönetmede, aşmakta uygulanan ekonomi politikalar üzerinde durmaya çalışacağız.
1973 ve 1979-80 petrol krizleri
2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kuruluş çabaları, 50’li yılların başlarından itibaren kapitalizmin Batılı merkezlerinde yüksek büyüme oranlarını beraberinde getirir. 1967 yılındaki ekonominin ”aşırı ısınmasından” ileri gelen kısa süreli bir resesyondan sonra ekonominin genel pozitif büyüme durumu, 1973 yılına kadar devam eder. O dönemdeki büyümenin boyutlarını bir örnekle açıklamak gerekirse, böylesine olumlu gelişen konjöktür Batı Avrupa merkez ülkelerinde neredeyse tam istihdama neden olmuş, büyüme ve savaş nedeniyle oluşan işgücü eksikliği, 50’li yılların ortasından itibaren bu ülkelerde daha az gelişmiş bölgelerden işgücü transferi ile giderilmişti.
Örneğin Almanya’da tarihe „ekonomi mucizesi“ olarak geçen bu dönemde ekonomik büyüme, 1953-62 yılları arası ortalama %6,6; 1962-67 yılları arası %3,4 ve 1967-74 yılları arası ortalama %4,3 tekabül ediyordu. Ama 1973 yılı sonbaharından itibaren Arap ülkelerinin İsrail ile yapılan savaş nedeniyle petrol üretimini kısması, ABD ve Hollanda’ya boykot uygulaması, Batı’da ekonomik dengeleri altüst eder, büyüme sürecini kesintiye uğratır. Sonuç:
Petrol fiatları yerine göre 3 katına çıkar. Bu ise ilgili Batılı ülkelerde enflasyonu tetikler. Artan enflasyon nedeniyle işçiler ücret zammı talep ederler, işsizlik baş gösterir. Böylece ekonomi mucizesinin sonuna gelinir. Kimi endüstri ülkelerinde uygulanan enflasyona karşı gevşek para politikası, var olan enflasyonu daha da azdırmaktan başka bir işe yaramaz. Bundan sonra yukarada kısaca sözünü ettiğimiz büyüme oranları artık bir hayal olur. Petrol krizinin getirdiği diğer yenilikleri aşağıdaki gibi özetlemek mümkün:
- Ekonomik Büyüme vb. konular sorgulanmaya başlanır. (Club of Rom’un kuruluşu ve „büyümenin sınırları“ üzerine tartışmanın başlaması)
- Denizlerin altında petrol aranmaya başlanması bu kriz ile hız kazanır. Alternatif enerji olarak daha fazla nükleer enerji santralleri yapılması gündeme alınır.
- II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından petrol krizine kadar ki zamanda Batı Avrupa’da yaklaşık 15 kat artan petrol tüketimi, bir yerde enerji fiyatlarındaki göreceli düşüşle de mümkün olmuştur. Enerji tüketiminde bu artışın, bir süre sonra beklenen düzeyde devam etmemesi, o zamana kadar var olan „enerji tüketimini ekonomik refah konusunda önemli bir indikatör“ olarak görme anlayışının sarsılmasına neden olur. Sürekli artması gereken bir enerji tüketimi ve tedarikinin oluşmaması ile ortaya çıkan „enerji sendromu“, devletlerin genel, uzun vadeli ve kuşatıcı nitelikte bir enerji politikalarının olmadığını, diğer bir deyimle „enerji politikalarındaki krizi“ de ortaya çıkarır.Bu süreç, aynı zamanda enerji sektöründe ülkelerde oluşmuş olan ve klasik enerji kaynaklarına „yapışmış“, alternatif enerjileri bloke eden, yeniliklere ve gelişmeye açık olmayan bir „enerji bürokrasi“sinin varlığını da ortaya koyar. Tüm bu koşullar altında enerji kaynaklarının tükenilebilirliği“ sorunu, yani enerji sorunu insanların bilinçlerinde tekrar canlanmaya başlar.
- Fosil kaynakların tükenilebilirliği ve anti-ekolojik karakteri, insanlığı „sürdürülebilir“ koşullarda enerji sorununu çözme üzerine kafa yormaya sevkeder: Yenilenebilir enerji kaynakları „yeniden“ keşfedilir. Nükleer enerjinin „güvenlik“ sorunu, giderek buna karşı hassasiyetlerin, yeşil ekoloji hareketlerinin gelişmesini tetikler.
1979-80 Petrol Krizi, yine politik olarak tetiklenen bir kriz olup 1979 yılında İran devrimi ile üretimdeki dalgalanmalar ve daha sonraki yılda İran-Irak savaşı ile ortaya çıkan üretim gerilemesi ile oluştu. Dünya piyasalarında petrol fiyatlarını neredeyse ikiye katlayan kısa süreli bu gelişme, Batı’lı merkez ülkelerde alternatif (yenilebilir) enerji kaynaklarına yönelimi hızlandırırken, Türkiye gibi ülkeler de ortaya çıkan enerji sorununu kömürden elde edilen enerji ile çözmeye çalışılmasına yol açtı; bu dönemde ülkenin ithal ettiği kömür %60 oranında arttı. 1973 krizinin devam eden etkilerinden bir tanesi de yüksek enflasyondu. 2. petrol krizi ile canlı tutulan bu süreçle, 80’li yıllardaki sıkı para ve finans politikaları ile başa çıkılmaya çalışıldı, enflasyon kontrol altına alınabildi. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin uluslararası borç sorunu bu kriz şartlarında daha da ağırlaştı.
1987 Finans Krizi: 19 Ekim 1987, „Kara Pazartesi“
1980’li yılların başında, özellikle ABD’de önce rahatlama ile başlayan konjöktürel yükselme fazı yaşanır. Ekonominin geleceğine yönelik beklentiler oldukça yüksektir. Bu, borsada Dow Jones’in 1982-87 arası 3,5 katı yükselmesinde ifadesini bulur. Hisse senetleri ile yapılan ticaretin bu derece yükselmesinde portofolio yatırımların yönünün ve yoğunluğunun değişmesinin de rolü vardır. 80’li yılların öncesi sabit faizli tahvillere, kendi özgücü ile ya da kredi yolu ile taze paraya, sermayeye ulaşmak ağır basarken, sonraları yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin de işin içine girmesiyle hisse senetlerine yatırımlar, bu yol ile sermayeye ulaşma ve bunların spekülatif karakterleri ağırlık kazandı.
Önceleri borsada hakim olan aşırı iyimser hava ve yükselişin „aşırı ısınması“ (Hausse), 1987 Ağustos’unda yerini negatif beklentilere bıraktı. Borsada o zamana kadar olmayan ölçülerdeki hareketlilik ve hacimin ortaya çıkardığı yeni gerilimli durum, her türlü en ufak bir spekülasyonda ya da söylentide aniden gelişebilecek sert düşüşlere (Baisse) açık olacak derecede hassas idi. Böyle de oldu. Reagen yönetimindeki kabinenin, gelişen enflasyonu ve giderek daha da artan dış ticaret açığını kontrol altına alamaması, borsadaki katılımcılar arasında geleceğe yönelik beklentilerin kötümserleşmesine neden oldu. Bu durum, Amerikan merkez bankası FED’in 3 yıl sonra ilk defa, kısa vadeli krediler için politika faizini yükseltmesi ile iyice keskinleşti. Ve Dow Jones, Ekim ortasından itibaren değer kaybetmeye başladı. Bu kayıp, tarihe „Kara Pazartesi“ olarak geçecek olan 19 Ekim 1987’de, sadece bir günde %22,6 oldu. Bu düşüş, 1929 krizinin „Kara Cuma“sındakinden daha fazla idi.
Döviz piyasasında ortaya çıkan negatif atmosfer ve Dolar’a olan güvenin sarsılması, işin tuzu biberi oldu: Medyada G-7 ülkeleri arasında anlaşmazlık olduğu söylentisinin hızla yayılması, Dolar’da ani değer kaybına neden oldu. ABD borsasındaki bu dalgalanmalar, kimi yerde bazen gecikmeli ve değişik boyutlarda da olsa dünyanın diğer borsalarında da etkisini gösterdi:20 Ekim’de Tokyo borsasında %14,9, bundan bir gün önce Londra borsasında %12,2 ve Frankfurt’da %7,1 düşüşler yaşandı.
Bu krizin ortaya çıkardığı bir gerçek de, o dönemin Almanya başbakanı H. Schmidt‘in söylediği gibi modern iletişim ve enformasyon teknolojileri sayesinde „artık dünyada tek bir borsa“ olduğu idi.
Borsalarda ani ve aşırı düşüşler üzerine buralarda satın alma-satış işlemleri durduruldu. Çünkü bu yoğunlukdaki hareketlilikler için borsalardaki o zamanki kompüter tekniği, teknik baz yeterli değildi. Ticarete ara verilen bu süre, FED’e piyasaya taze para pompalayıp Crash’i biraz hafifletmek fırsatını verdi. Bu arada şirketler -ticari motivasyon ya da merkez bankasını destekleme amaçlı olsun- kendi hisse senetlerini geri almaya başladılar. Hafta sonunda Dow Jones tekrar kendini toplayarak yükselişe geçti ve 15 ay sonra da Kara Pazartesi öncesi seviyeyi yakaladı. Bu süre içinde Crash’den geriye kalan, her şeye rağmen ufak dalgalanmalarda ifadesini bulan „huzursuz“ borsa görüntüleri, konjöktüre olumsuz etkileri sınırlı kalan bir kriz oldu.
2008-09 Finans Krizi
2000’li yılların başlarında FED -alışılagelmişin dışında- Amerikan ekonomisinin iyi durumda olmasına rağmen politik faizleri düşük tutar. Bu durum, insanların ucuza kredi alarak olağanüstü harcamalarda bulunmasına, mesela gelir durumuna bakmaksızın ev almasına, bununla konut sektöründe bir „Boom“ yaşanmasına neden olur. Kredilerin ödenememesi durumunda bankaların verdikleri konut kredileri karşılğında ellerindeki tek garanti, kredi alanların aldıklari evlerdir. Krediler öylesine cömertçe dağıtılır ki, bankaları, kredi alanların gelir durumları pek ilgilendirmez. Onları ilgilendiren tek şey, merkez bankasından ucuza aldıkları kredilerden kazanacakları faizdir. Birçok ev alanların kredilerini geriye ödeyememeleri durumu ortaya çıktığında kredi veren bankaların ellerinde birden satabilecekleri yeni müşteri bulamadıkları, bu nedenle sürekli değer kaybeden bir dizi evler olur. Ve ortaya, uzmanların „konut balonu“ dedikleri bir durum çıkar.
Olan özetle; devlet, Amerikal firmalar ve tüketicilerin yıllar boyu ülkenin ekonomik gücünü oldukça aşacak şekilde, talebi, ucuz krediler yolu ile tırmandırmaları sonucunda oluşan aşırı borçlanmanın sebep olduğu finans krizidir.
Kredi veren bankalar bu durumda, krizin fiyatını tek başlarına taşımak istemezler ve „kurnaz“ bir plan geliştirirler: Ölü, ödenemeyen kredileri bir araya getirip bunlardan üzerine yatırım yapılacak bir kaynak yaratmaya çalışırlar. Bunu bir yatırım objesi olarak başka bankalara, onlar de kendi müşterilerine rant vaadi ile satarlar. Tanınmış Rating firmaları böylesi yatırım objelerinin riziko taşımadığı konusunda (büyük bir ihtimalle ”ısmarlama”) referanslar verirler. Giderek böylesi ölü kredilerden oluşan yatırım objeleri yurt dışına da yayılır ve ABD’de konut sektöründe başlayan krizin dünyanın önemli bölümünü içine almasına neden olur.
15 Eylül 2008’de kriz yatırım bankası Lehman Brothers‘in iflas etmesi ile kriz ilk zirvesine ulaşır. Daha önceki krizlerde olanın tam tersine ve herkesin beklemediği bir şekilde bu kez ABD devleti bankayı „pazar ekonomisinde başarısızlıkların da olabileceği“ gerekçesi ile kurtarmaya yanaşmaz. Ama bununla dünyada kurulu olan finans sisteminde bir problem ortaya çıkar: Bankalar artık birbirine güvenemez hale gelir. Hiçbir banka diğerine (borç) para vermez. Ve böylelikle ekonomide para akışının can damarı olan „bankalararası kredi alış verişi“ durur.
Bununla, dünyada bankaların iflas etme tehlikesi ortaya çıkar.Ve devletler bankaları finansiyel yardımlarla kurtarmaya çalışır. İnsanların korkudan bankalara akın edip mevduatlarını boşaltma tehlikesine karşı, örneğin Almanya’da başbakan (Merkel) ve Maliye bakanı kameralar önüne tüm mevduatların ve tasarrufların bankalarda devletin güvencesi altında olduğunu temin ederler.
Amerika’da konut sektöründe başlayan finans krizi, yayıldığı dünyada hızla konjöktürel krize dönüşür, ekonomik çevrimin dengesini bozar. Dünyanın hemen hemen tüm endüstri ülkeleri, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra vuku bulmuş dünyanın en büyük resesyonuna girerler. Buralarda araba ve diğer (dayanıklı) tüketim maddelerinin satışı büyük oranlarda düşer. Konjöktürün tekrar rayına girmesi için devletler, bir takım tedbirlere baş vurmak zorunda kalırlar.
Mesela Almanya’da hükümet, ülkede ekonominin önemli can damarlarından otomotiv sektörünü ayakta tutmak için, insanların kriz zamanında da araba satın almasını sağlamaya çalışır: Arabasını yenilemek isteyenlere eskisini elinden çıkarması karşılığında 2 500 € hediye etmeyi taahhüt eder. İşlerin azalması nedeniyle ”fazla” hale gelen çalışanlar, bir müddet evde kalmaları karşılığında devletten yardım alırlar. Bu tedbir firmalara kriz atlatıldıktan sonra, kolaylıkla tam kapasiteye geçmede hazırlıklı olmaları avantajını sağlar.
Ancak finans krizi ile sallanan sadece bankalar ve endüstri değildir. Zayıflayan konjöktürle birlikte azalan vergi gelirleri, artan işsizlik ve sosyal destekleme harcamaları, bankalar için ortaya konan milyarlık yardımlar ülkelerin bütçelerini, mesela Euro’nun geçerli olduğu göreceli daha zayıf olan ülkeleri sarsar. Yunanistan krizi işte bu şartlarda patlak verir. Kriz öyle bir noktaya ulaşır ki, finans krizinden bir Euro krizi çıkma tehlikesi belirir. Bunu önlemek için Avrupa Merkez Bankası (EZB) zaten göreceli düşük olan politika faizini daha da düşürmeye başlar.
Krizin reel ekonomiye etkisi konusunda bir iki rakam verecek olursak: IMF’nin verilerine göre dünya da kriz sonrası ithalat, bir önceki yıla göre %11,8, ihracat ise %11,2 küçülür. 2007 yılında dünyada Gayrisafi yurtiçi hasılası %3’ün üzerinde olan 147 ülke varken bu sayı 2009 yılında 61’e düşer.
Böylesi bir finans krizinin bir daha baş göstermemesi için ülkeler bankaların faaliyetleri konusunda bir dizi tedbirler alırlar. Sadece Almanya’da 50’nin üzerinde yasa ve düzenlemeler kabul edilir. 1929 krizi nedeniyle zaten göreceli daha sıkı bir finans düzenlemesine sahip olan ABD’de mevzuat, Obama döneminde daha da sıkılaştırılır. Trump‘ın şimdi bunları tekrar gevşetmeye çalıştığını bu bağlamda belirtmiş olalım. Burada bir parantez açıp krizin neden böyle hızla gelişebildiğini anlamak açısından, onun üzerinde olgunlaştığı zemini tanımak önemli:
80’li yılların ortasına kadar maddi üretim ve finansiyel sektör arasında hala daha belli bir (ekonomik) bağ vardı. Hisse senetlerinin borsalarda satışa sunulması, firmalara bir yerde „taze“ özsermaye sağlayan bir enstrümandı. 90’lı yıllardan itibaren finans sektörünün giderek maddi üretimden kopuşu ve „kendi başına“ bir sektör haline gelişini izledik. Bununla borsalar artık üretici ya da endüstri gruplarının uzun vadeli yatırımlarlarda kullandıkları bir kapital toplama alanları değil, burada aktif olan katılımcıların (Broker) ağırlıkla hisse senetlerinin spekülatif değişiminden olağanüstü rant elde ettikleri yerler haline geldiler. Neoliberal ekonomi politikaların tipik sonuçlarından birini ifade eden, geçmişden farklı olan bu tipik görünümü ünlü iktisatçı Josef E. Stiglitz şöyle ifade ediyor:
„Global bir finans krizi global çözümü gerekli kılar. Bu, regülasyonlar için de geçerlidir. Uzun zamanda beri, deregülasyonların inovasyonları sağladığı yanılgısından hareketle, regülasyonları azaltma konusunda bir yarışma vardı. Aslında finans piyasaları, uygun şartlarda kaynak aktarımı ve daha iyi riziko yönetimi yolu ile gelişen ve sağlamlaşan ekonomileri olanaklı kılmak hedefi için bir araç olmalıydılar. Ancak finans piyasaları rizikoyu yöneten değil, onu yaratanlar oldular.“
Dünyada böylesi krizlerin önlenmesine ilişkin bir dizi reform önerileri yapılır. Bu önerilerin arasında kredi kuruluşlarının;
– öz sermaye oranlarının yükseltilmesi,
– bilançolarının yapılmasına ilişkin kuralların tekrar gözden geçirilip yenilenmesi, ve
– o zamana dek hakkında herhangi bir düzenlemenin olmadığı finansiyel ürünlerin ve spekülasyon amaçlı Hedgefon’ların sıkı şekilde kurallara bağlanması,
– Rating kuruluşlarının daha sıkı bir gözetime tabi tutulması ve bunların „tahmin kriterlerini“ açıkça ortaya koymaları,
– IMF’nin güçlendirilmesi,
– kısa vadeli, spekülatif finansiyel alanlarda managerlere ödenen primlerin yasaklanması; bunların orta vadeli hedeflere yönelik olmasının sağlanması,
– bilgilendirmede şeffaflık yolu ile tüketici haklarının daha fazla korunması,
– vergi cennetlerinin ortadan kaldırılması.
Ancak sonuçta kararlaştırılan, yetersiz görülmesi ve özellikle küçük ve ortaboy işletmeleri kredi konusunda mağdur etmesi nedeniyle hala daha tartışmalı olan Basel III paketi oldu. Buna göre çekirdek sermayenin alt sınırı ve sermayenin koruma tamponu yükseltildi. Bununla hedeflenen öz sermayenin kalite, nitelik ve şeffaflığının yükseltilmesiydi. Ayrıca 2018’den itibaren geçerli olmak üzere bir „borçlanma sınırı“ getirildi.
Bir dizi ülkede krizin üstesinden gelmek için kapsamlı banka kurtarma ve konjöktür programları gündeme alındı. ABD’de toplam 1 859 milyar Euro’luk bir destekleme programı çıkarıldı. Almanya’da toplam 662 milyar, Fransa’da 388, Japonya’da ise 1 260 €’luk yardım paketleri karar altına alındı.
Tüm bu paketlerde, krizin yöneltilmesine ve aşılmasına ilişkin-her türlü nüans farkına rağmen ekonomi politikte ortak olan eğilim, krizin ya da konjöktürün düşmesinin boyutları ile yıllardır ekonomilerde hakim olan iç talep zayıflığı arasındaki bağlantının görülmemesi ya da kabul edilmemesidir. Tedbir paketlerinin hayata geçiriliş biçimi, dayandıkları nirengi noktaları bu konuda fikir vericidir.
Örneğin Almanya’da hükümet, ekonomik krizi önlemek için, konjöktürü stabilize edici tedbirler gündemine alma gerekliliğini gördü, ancak sunulan konjöktür paketi etkisi arzulanandan az olabilecek arz orjinli nitelikte oldu. Ülkede yıllardır sürdürülen abartmalı ihraç ekonomisini destekleme politikası ile iç talebin ihmal edilmesi politikası, burada da kendini gösterdi: Hükümet, krize karşı etkin bir şekilde mücadele etmenin bir aracı olarak Keynesci bir yönelimle talebi kesif bir şekilde canlandırma politikası yerine, tek taraflı olarak daha çok işverenlere rahatlama sağlayan vergi ve faiz kolaylıklarına ağırlık verdi. Oysa 1929 krizinde uygulanan çözüm reçetelerinin gösterdiği bir gerçek de, krizden çıkışın günümüzde en etkin yolunun ekonomik büyüme ve istihdam artırıcı etkinlikdeki kamusal yatırımların ( mesela o zaman kadar yapılması ertelenmiş, alt yapıya yönelik ek yenileme yatırımları vs.) gündeme alınmasıdır.
Bu noktada krizin aşılmasına yönelik tedbirlerin faturasının krizden sonra kimin ödeyeceği sorusudur. Yaşanan örnekler, bu faturayı (sosyal) devletin hane halkına yönelik harcamalarında yaptığı yoğun tasarruflarla bunlara ödettiği, bunun ise zaten göreceli zayıf kalan iç talebin daha da zayıflaması sonucunu doğurduğu, böylece orta vadede konjöktürün maddi zeminlerinden birinin aşınması nedeniyle olası bir krize karşı daha dayanıksız bir duruma gelindiğini bu bağlamda tespit etmiş olalım. Bu perspektifte, gelecek yazımızda Corona ile birlikte oluşan krizin boyutları ve buna ilişkin çözüm paketlerini, bunların ekonomi politiğini tartışacağız.