Anasayfa » Çevre » Enerjide Dönüşüm & Yenilenebilir Enerji Kaynakları…ZEKİ ALPTEKİN (SON)

Enerjide Dönüşüm & Yenilenebilir Enerji Kaynakları…ZEKİ ALPTEKİN (SON)

Zeki Alptekin

25.09.2015, Düsseldorf

6. Almanya = Türkiye ?

Almanya ve Türkiye farklı ülkeler! Ekonomik ve toplumsal olarak tarihte geliştikleri kanallar ve bugün bulundukları noktalar oldukça farklı. Farklı alt yapılar, farklı sosyolojiler, farklı konular ve buna ilişkin bilinç seviyeleri, farklı toplumsal yapılanmalar her iki ülkenin özgünlüğünün somut sonuçlarını ifade ediyor.

Bu anlamda, örneğin Yenilenebilir Enerjiler konusunda Almanya’nın geçtiği gelişme kanallarının Türkiye ile benzerliği pek az! Mesela Türkiye, Almanya’nın 70-80’li yıllarda yaşadığı atom santralleri konusundaki toplumsal çelişmeleri hiç tanımadı, yaşamadı. Ki bu çelişmelerdir ki, orada güçlü bir çevreci bilincinin oluşmasını ve bunun toplumsal planda en yüksek ifadesi olarak „Yeşiller“ hareketinin parti olarak parlamentoda temsilini beraberinde getirdi. Tabandan gelişen bu hareket, aynı zamanda kendi „alternatif yaşam biçimlerini“ de yaratarak güçlü bir ekolojik kültürün ve toplumsal lobinin oluşmasının dayanağı oldu. Giderek toplumun orta tabakalarında ve kırsal kesimde de kendine temel bulan bu hareketin yarattığı dinamik, daha sonra gelişen „enerjide dönüşüm“ yada „halk enerjisi hareketinin“ dayandığı önemli temellerden birini oluşturdu. Yani Türkiye’de olmayan birşey: Kitlelerde ete kemiğe bürünmüş, maddi bir güç haline dönüşmüş bir ekoloji bilinci ve bunun somut yansımaları! Diğer bir benzemezlik ise bilindiği gibi ekonomik-teknik alanlarda ortaya çıkıyor.

 

Ama tüm bunlar, ülkemizin diğer ülkelerin pratiklerinden öğreneceği yada uygulayabileceği bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine: Şimdiye kadarki uygulamalar, örneğin Almanya’daki „Yenilenebilir Enerjilerde“ üretilen elektriğe uygulanan destek alım politikalarının dünyanın birçok ülkesinde şu veya şekilde üstlenilmesi, bu politikanın en azından ilkesel planda evrensel geçerliliğine işaret ediyor. Burada önemli olan, neyin hangi (özgün) şartlarda en optimal uygulanabilirliğini, taklitçilikten sakınarak titizlikle gözetmek ve böylelikle „enerji sorunu“un çözümüne katkıda bulunmaktır. Aşağıdaki satırlarda bir nebze bunu yapmaya çalışacağız. Öncelikle Türkiye’de uygulanan, hakim enerji politikasının önemli „bir-iki“ çelişkisinden yola çıkıyoruz.

 

  1. Güncel enerji politikasının çelişkileri

İncelememizde „Enerjide Dönüşüm“ün en esaslı ve tanınmış biçimini Almanya örneğinde gördük. Bu dönüşümün var olan ve -geleceğe yönelik- çözülmesi gereken bir „enerji sorununa“ işaret ettiğini, buradan ileri geldiğini göstermeye çalıştık. Çoğu ülkenin olduğu gibi, Türkiye’nin de bir „enerji sorunu“ var. Ülkemiz, Rusya ya da Azerbaycan gibi „petrol ve doğal gaz zenginliği“ üzerine oturmuyor. Orta vadede tükenebilirliği açık olan bu fosil enerji kaynaklarına Türkiye’nin ödediği meblağlar, ekonomisi için „sorun“ teşkil eden cari açığın en önemli nedenini oluşturuyor.

Aktüel enerji politikasının buna oluşturduğu cevap, içinde Yenilenebilir Enerjileri de barındıran bir „enerji biçimlerini çeşitlendirme stratejisi“ ile nükleer+fosil+regeneratif enerjiden oluşan „hibrit bir çözüm“ oldu. Özetle „2023’e kadar elektrik üretiminde Yenilenebilir Kaynakların payının %30‟a çıkarılmasını, doğal gazın payını da %30’a düşürülmesini, kömürün payının %30 civarında oluşmasını ve kalan %10’unun da nükleer enerjiden sağlanmasını, 2023 yılında petrol ve doğalgaz ithal etmeyen bir Türkiye’nin gerçekleştirilmesini hedefleyen (!)“ (“başkaları“ 50-60 sene sonrasını gözetirken) kısa erimli bir enerji politikası.. Bizce çağın ruhuna hiç de uygun olmayan, gerçekten klasik-fosil (insanın „dinazor“ diyeceği geliyor) bir çözüm! Hem ekolojik, hem de ekonomik açıdan sorunlu bir „çözüm“! Fosil ve nükleer kaynaklardan enerji ediniminin „neden ekolojik olmadığı“ da tartışılmayacak kadar açık!. Böylesi bir „kısa erimli“ enerji politikasının neden „ekonomik olmadığına“ ilişkin genel ve „etraflıca“ analizleri, bir önceki çalışmamızda, „Yenilenebilir Enerjilerin Ekonomi Politiği“ başlığı altında „etraflıca“ yaptık.[1] Bu temelde, Türkiye pratiğine ilişkin şu belirlemeleri eklemek mümkün: Türkiye’de yakın geçmişte oluşturulan ve bizce „kısa erimli“ olan enerji politikaları, kendi içindeki tutarsızlığı ve Türkiye’nin Enerji Gerçeği ile az ilintili oluşu, onu sorunu çözmekten uzaklaştıran nedenleri oluşturuyor. Şöyle ki;

 

Yukarda „kısa erimli“ olarak nitelediğimiz enerji politikalarının karşısında hızla gelişen bir enerji piyasası var ülkemizde. Artan nüfus ve -son yıllarda biraz hız kaybetse de- gelişen bir makro ekonomi ile karşı karşıyayız. Bu, daha fazla enerji ihtiyacı demektir. Türkiye şu an enerji için gereken yakıtın %88’ini ithal ediyor ve bu miktarın içinde ısıtma ve elektrik üretim amaçlı doğal gaz en büyük payı oluşturuyor. 80’li yılların sonunda başlayan doğal gaz süreci, bir dizi elektrik üreten Gaz Çevrim Santralleri’nin yerden mantar biter gibi bitmesini de beraberinde getirdi. Öyle ki; fiyat belirsizliğinin yada istikrarsızlığının en yüksek noktada olduğu, arz güvenirliliği konusunda en hassas olan bir „gaz piyasası“, -üstelik en pahalı bir yakıt olması nedeniyle elektrik üretim konusunda bir mantığı olmamasına rağmen- ülkede gelişti.

 

Türkiye’nin enerji politikası, yukarda tespit ettiğimiz gibi doğal gazın elektrik üretiminde payını düşürüyor; ama bunu %30’a sabitliyor. Yani cari açık konusundaki en önemli faktörlerden birini ortadan kaldırılmıyor, sadece „%30“larda sınırlandırılıyor.

Türkiye’nin giderek artan enerji ihtiyacı gerçeği temelinde, bu stratejinin „cari açık“ sorununa kalıcı bir çözüm getirip getirmeyeceği tabii ki bu durumda çok „tartışmalı“! Ayrıca 2023 yılından sonra „petrol ve doğal gaz ithal etmeyen bir Türkiye“ hedefi, verili koşullar, yapılan yada yapılması „hayal edilen“ enerji anlaşmaları ve projeleri, çizilen „enerji stratejileri“ nedeniyle pek ulaşılabilir görünmüyor. Üstelik, 2012 yılındaki bir karara göre (BKK) doğal gaza dayalı elektrik üretimi „desteklenmeyecek sektörler“ arasında sayılmasına rağmen hala daha KDV ve Gümrük Vergisi muafiyeti gibi Genel Teşvik Sistemi’nden yararlandırılması*) anlaşılır, ekonomik-ekolojik açıdan kabul edilebilir değildir. Enerji politikasının birinci çelişkisi, zayıf dayanaklarından birisi bu!
İkinci çelişki ise kömürün elektrik üretiminde payının %30’larda tutulması! Hem ekolojik (kömür=karbondioksid) , hem de ekonomik açıdan bizce yüksek bir rakam.. Bu da yine bir „cari açık“ sorununa temel olmaktadır. Çünkü bu payın gerçekleşmesi için planlanan 90 yeni termik santralin 34 tanesinin (ki bunların kurulu güç yada kapasite açısından önerilen tesislerin gücünün yarısına denk gelmektedir) elektrik üretimi ithal kömüre dayanmakta(!).[2] Bunun nedeni ise, yerli kömürlerin göreceli olarak düşük ısı kalorisi ihtiva etmesidir. Buna rağmen yerli kömür madenlerine verilen destek bu nedenle anlaşılır değildir. Genelde kömürle çalışan termik santrallere Enerji Bakanlığı tarafından „madenlerin girdi olarak kullanıldığı elektrik üretimi yatırımlarının öncelikli yatırımlar“ kapsamına alınması şeklindeki destek, kömürün elektrik üretimindeki %30’luk payını adeta „betonlaştıran“ bir etkide bulunuyor. İthal kömüre karşı her açıdan dezavantajlı olan yerli maden sektörünün buna karşı geliştirdiği „strateji“, pratikte ifadesini en somut biçimi ile SOMA vb. yerlerde buluyor. Bizce, Türkiye’nin uzun yıllar çalışma şartlarını düzenleyen ILO sözleşmelerini teyit etmemesi, bu perspektiften bakıldığında bir anlam kazanıyor.

 

Özetle; iddia edilenin tersine yukarıda verdiğimiz yüzdelere dayanan „kısa erimli“ ve kendi içinde çelişkili enerji politikaları, dünyanın en hızlı büyüyen enerji sektörlerinden biri olması gerçekliği temelinde, ülkemizin enerjide dışa bağımlı olmasını ortadan kaldırmayacak ve bu nedenle ekonominin büyük bir sorunun olarak „cari açığı“ olumsuz yönde etkilemeye devam edecek. Benzeri çelişkili durumu, nükleer enerji konusunda da tespit etmek mümkün:

Bu tür enerji tekniğinin planlanan %10’luk elektrik üretimindeki payı, ilerde bir „fazlalaşma potansiyelini“ içinde barındırdığı gibi, termik enerjinin yanısıra „tek baz enerji“ olduğu şeklinde yanlış bir kanı yaratılıyor. Bununla -“milli bir insiyatif olacağı için(!)- „cari açık sorunun çözümü“ne hizmet eden pratik bir çözüm sunduğu iddia edilmektedir. Oysa, mesela Akkuyu NGS’i Rusya menşeli bir şirket tarafından, Türkiye’nin uzun boylu herhangi bir finansiyel katkısı olmaksızın yapılmaktadır. Yatırımı yapan bir firmanın elde ettiği gelirin „azımsanmayacak“ bir bölümünü „dışarıya“ transfer etmesi, onun „uluslararası bir firma“ olmasının bir gereğidir. Bu ise, cari sorunumuza sorun teşkil eden „enerjide dışarıya kaynak aktarımı“nın değişik bir şekilde tezahür etmesinden başka birşey değildir. Kaldı ki burada yapılan anlaşmayla 15 yıllık elektrik alım garantili kilowattsatt başına 12,35 $/Cent olarak tespit edilen fiyat, şu andaki spot piyasadaki elektrik fiyatlarının %40-50 üzerindedir.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin de Almanya gibi bir „enerji sorunu“ var! Bu sorun, çıkış şartları ne kadar değişik olursa olsun, ortak olan bir konuda „enerjide dönüşüm“ gibi uzun vadeli, 21. yüzyılın mantığına uygun köklü bir çözümü, transformasyonu çağrıştırıyor. Bu konuda çözümü Yenilenebilir Enerjiler’de gören bir dizi ülke ve Almanya’nın pratikleri, onlardan „kat be kat“ daha fazla yenilenebilir enerji potansiyele sahip Türkiye için bizce öğreticidir. Bu konuda ülkemizin potansiyellerini yukarda sözünü ettiğimiz bir önceki çalışmamızda incelemiş, bunların Türkiye’nin fosil ve nükleer kaynaklara ihtiyaç duyulmayacak kadar ülkede var olduğunu hesaplamıştık. [3]

Bu konuda adım atmak için eksik olan tek şey, „politik istek“ ve bu konudaki „ekolojik-ekonomik duyarlılık“ !

[1]              Zeki Alptekin, a.g.y., S. 32 ve devamı: http://www.aktolga.de/z1.pdf

*           ) Genelde doğal gazın borularla aktarımına, dağıtımına ilişkin olan teşviklerin, şimdi de doğal gaz boru hattı yapımı ve modernizasyonu alanında da geçerli olması enerji politikasi gündeminde olan konulardan bir tanesidir.

[2]              Greenpeace Uluslararası, „Enerji (d)evrimi, Türkiye’nin Sürdürülebilir Enerji Görünümü“, Rapor 2015 Türkiye Enerji Senaryosu, S. 18 : http://www.greenpeace.org/turkey/Global/turkey/report/2015/Enerji%20%5bD%5devrimi.pdf (01.09.2015)

[3]              Zeki Alptekin, a.g.y., „Türkiye’de „enerji sorunu“nun neresindeyiz? Değerlendirmeler – Sonuçlar, S. 37 ve devamı

  1. Sonuç

 

Almanya örneğinde pek üzerinde durulmayan, ama bizce yakalanması gereken ana halka şu:

 

Büyük güç santralleri ve oligopolist „enerji tekellerinin“ hakim olduğu merkeziyetçi bir enerji sisteminden ademi merkeziyetçi, bölgesel yada yerel olarak kendi aralarında birbirleriyle bağlanmış, tüketiciye yakın ve çeşitli biçimleri ile „halkın mülkiyetinde“ çevreci enerji üretim birimlerinin oluşturduğu bir enerji -üretim ve dağıtım- sistemine geçiş! Ki bu bir yapısal dönüşümü ifade ediyor; böyle olduğu için de bir „devrim“ niteliğinde..

 

Bu değişimin itici güçleri ise, yaşadığı yerde aktifleşerek (ekonomik) inisiyatif olan, enerji sorununun „çevresel-sürdürebilir“ çözümü konusunda hassasiyet gösterip kendi yerelinde sorumluluk alan halk yada vatandaş! Bu inisiyatifin ikinci bir getirisi, böylelikle yaratılan „ekonomik katma değerin“ önemli bölümünün onun yaratıldığı bölgede kalması; yani bununla bölgesel ekonomik çevrimin, dolayısı ile ekonominin güçlenmesi, desteklenmesi..

 

Tüm bunlar ise, özellikle iki tedbir sayesinde mümkün oluyor: 1. Yenilenebilir Enerji Yasası EEG ile sağlanan üretilen elektriğin „sürdürülebilir destek fiyatları“ ile (satın) alınmasının devlet tarafından 20 yıl süreyle „garanti“ altına alınması,

 

  1. Bu sayede üretilen yenilenebilir enerjilerin sisteme sınırsızca verilebilmesi için modern bir (ademi merkeziyetçi) dağıtım şebekesinin kurulması.

 

Bizde de bu konuda benzeri „destekler“ var, „ ama yetmez“! 2005 yılında ilgili bir yasa ile kabul edilen „destek alım fiyatlarının“ kabül görmemesi üzerine 2011 senesinde yükseltilmesinin de (kWh başına $-cents olarak; Rüzgar ve Hidroelektrik santraller: 7,3 / Jeotermal enerji santralleri: 10,5 / Güneş ve biyokütle: 13,3) yenilenebilir enerji sektörüne beklenen gelişmeyi sağlayamaması, bu tedbirlerin yetersizliğine işaret ediyor. Burada, tesislerde yerli aksam kullanımı halinde 5 yıl süre ile küçük miktarda „ilave destekler“in varlığı da bu gerçeği maalesef değiştirmiyor. „Destek alımları“nın 10 yıl süre ile sınırlanması, bundan sonra sistemin nasıl işleyeceği, ne olacağının da belli olmaması, Yenilenebilir Enerji sektörüne potansiyel yatırımları „teredütte bırakan, belirsizliği artıran“ bir faktörü oluşturuyor. Tüm bunlar ise, diğer ülkelerde (örneğin Almanya, Danimarka, İspanya vd.) Yenilenebilir Enerjiler’in adeta „patlama“ yapmasının neden ülkemizde gerçekleşmediğini, bir atılım yapamadığını bize anlatıyor. Öyle ise bu konudaki „çözüm“, sektöre atılım yaptırma, tam da bu noktada alınacak „ana“ radikal tedbirler ile mümkün:

 

 

  1. Destek alım süresi, Almanya’da olduğu gibi (10 yıldan) 20 yıla çıkarılmalı,
  2. „Devlet garantili“ destek alım fiyatları %50 artırılarak sektörde yatırım herkes için çekici haline getirilmeli,
  3. 5 yıl süre ile sınırlı „ilave destek“ alımlarının süresi 10 yıla çıkarılmalı, miktarları sektörü hareketlendirecek seviyelere getirilmelidir.  6-12 yıl arasındaki „kapitalin geri dönüş süreleri“ ile de bizce uyum içindedir! Böylesi tedbirlerin Yenilenebilir Enerji ve buna „komşu“ yan sektörlerde büyük bir sinerji yaratacağı, ARGE çalışmalarını hızlandıracağı, serbest rekabeti çoğulculaştırıp öne fırlatacağı, özetle bu alanlardaki yatırımları farkedilir bir şekilde artıracağı açık! Tabii burada ortaya çıkan soru, böylesi bir ekonomik-ekolojik insiyatifin nasıl finanse edileceği, „destek ekonomisinin“ nasıl oluşturalacağıdır. Bu konuda da „realist fantazilerimizin“ bir sınırı yok! Burada düşündüğümüz „destek sistemi“, bir Almanya pratiğinin (eko vergisi benzeri bir sistemin) „Türkiye’ye tercüme edilmesi“ ile oluşturulabilecek bir versiyonunu ifade ediyor. Şöyle ki;Elektrik tüketicilerinden alınan %1’lik „Enerji Fonu“ ödentisi, „Ekolojik Enerji Fonu“na dönüştürülerek buraya TRT için kesilen %2’lik paydan en az %0,5’lik bir aktarım yaparak genişletilen kaynak, tamamen Yenilenebilir Enerji sektörüne hasredilebilir, „devlet garantili“ alım desteğinin „garantisi“ haline getirilebilir, böylelikle alımlarda tespit edilen sınırların „enerji üretimini teşvik edecek“ boyutlara yükseltilmesinin bu kaynaktan finanse edilmesinin yolu açılabilir. Bu durumda; elektrik enerjisi sektöründe yapılacak araştırma, geliştirme, etüt, proje, denetim faaliyetleri ile kurulacak tesislere finansman yönünden destek ve elektrik enerjisi fiyatlarında istikrar sağlamak üzere Enerji Bakanlığı nezdinde kurulmuş olan Elektrik Enerjisi Fonu yeniden yapılandırılmış olarak var olmaya devam edebilir, giderleri eskiden olduğu gibi „Enerji Fonu“nun katkı paylarından değil, yönetmeliğinde belirtilen diğer kaynaklardan karşılanabilir. Bu ana yapısal-ekonomik değişimler, tabii ki Yenilelenebilir Enerjia) yatırımlarının da genel teşvik ve stratejik teşvik tedbirleri dışında bölgesel teşviklerden de yararlandırılması, c) yatırımlarının da finansman maliyetleri aşağıya çekilmek ve yatırımların sürdürülebilirliği bakımından, sıfır veya düşük faizli (hazine garantili) krediler sağlanmalısı,    lisansız enerji üretiminden elde edilecek elektrik fazlasının pazara sunumu, Yenilenebilir Kaynakları’na devletin verdiği YEKDEM destekleri çerçevesinde değerlendirilmesinden dolayı, desteklerin yetersizliğinin burada da kendisini göstermesi eşyanın tabiatına uygundur. Bunun dışında aşağıdaki satırların dile getirdiği „tipik eski Türkiye hastalıkları“ süreci engelleyen önemli faktörlerden biri oluyor:   2. Emisyon üst sınırı ve emisyon ticareti yoluyla enerji üretiminin dış (sosyal ve çevresel) maliyetlerinin telafisi, 4. Yenilenebilir enerji ve birleştirilmiş ısı ve güç üretimi için yasal bağlayıcılığı olan hedefler oluşturulması, 6. Yatırımcılar için tanımlanmış ve sabit geri dönüşlerin sağlanması, örneğin tarife garantisi planları sunulması, 8. Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği için araştırma ve geliştirme bütçelerinin arttırılması.Türkiye’de Yenilenebilir Enerjilerin öncü enerji kaynağı olabileceği, ülkenin enerji ihtiyacının tamamının buradan kesintisiz bir şekilde sağlayabilecek bir potansiyele sahip olduğu, bölgesel anlamda belli pilot projeler ile sınanabilir. Bu konuda önümüzde Almanya’da başarı ile denenmiş bir örnek var: Kombine Yenilenebilir Enerji Güҫ Santralleri (KYEGS). [6] Yenilenebilir Enerji Kaynakları üzerine bir önceki çalışmamızda etraflıca incelediğimiz bu pilot proje ile rüzgar, güneş ve baz enerji kaynağı olarak jeotermal, biyokütle ve biyogaz enerjisini optimal kombinasyon ile biribiri ile bağlayıp kesintisiz bir enerji arzının sağlanmasının teknik olarak mümkün olduğu gösterildi.  b. enerji etkenliğini, verimliliğini sağlamak üzere enerji talebini optimal düzeylere getiren -yani onu düşürücü etkisi olan- ileri teknolojilerin kullanılmasını, enerji tasarrufu sağlayan konutlarda yenileştirmeleri ve izolasyonu, .. Küresel enerji [d]evrimi senaryosu, gelişmekte olan ülkelerin enerji taleplerini karşılayabilmek için OECD ülkelerinin yapacağı enerji tasarrufuna dayanır. Nihai hedef, önümüzdeki yirmi yıl içinde küresel enerji tüketimini stabilize etmek. Aynı zamanda dünya çapında daha verimli kullanılan arzın, daha adil dağıtılmasına doğru kayarak, “enerji eşitliği” yaratılması da amaçlanıyor. [8]Yenilenebilir kaynaklarla enerji sorunun global çözümünde bir „win-win“ (kazan-kazan) durumunun oluşmasının diyalektiği bu olsa gerek!
  4. c. ve tabii ki dört başı mamur, kendi içinde tutarlı ve genel ekolojik dengeleri gözeten bir ÇED mevzuatını*) içermelidir.
  5. a. şeffaf ve modern, efektif bir enerji bürokrasisini,
  6. Böylesi bir pilot proje ile Türkiye’nin var olan potansiyellerinin açığa çıkarılmasıyla, ülkenin enerji ihtiyacını tamamen Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından sağlayabileceği teoremi pratikte sınanabilir. Greenpeace Uluslararası kuruluşu, Türkiye üzerine yaptığı kapsamlı çalışmada oluştuduğu „Enerji (d)evrim senaryosunda“ ülkenin 2050 yılında Türkiye’de üretilen enerjinin %90’ını yenilenebilir kaynaklarıdan elde edilebileceğini hesaplıyor ve bununla Türkiye’nin karbondioksid emisyonlarının 1990’daki seviyelerinin %54 altında kalacağı tahmin ediyor. [7] Tabii bunun için bu hedefe inanmak ve buna uygun „sürdürülebilir enerji politikaları“ geliştirmek şart! Ancak böylesi bir politikanın, stratejik hedefleri destekleyici tedbirler olmaksızın bir tutarlılığı olmaz, başarısı sınırlı kalır. Söz konusu tedbirler ilk elde;
  7. Bu çalışmada, sözünü ettiğimiz yenilenebilir enerji kaynakları açısından göreceli geniş olanaklara sahip olan Ege bölgesinin böylesi bir pilot proje açısından mükemmel bir pozisyonda olduğunu ifade etmiş, Almanya’da geliştirilen bu projenin „kopyalanabileceğini“ dile getirmiştik. Fizibilite vb. masrafları olmadan uygulanabilecek bu projeyi lokal olarak yaşama geçirip, belli yerleşim bölgelerinin enerji ihtiyacının böylesi bir kombinasyondan sağlanmasının sınanacağı, böylelikle olanaklı olduğu yerlerde daha „hesaplı“ olabilecek yöresel, adem-i merkeziyetçi enerji yapılanmalarının oluşması denenebilir.
  8. 7. Daha çevreci ürün bilgisi sağlayabilmek için daha iyi etiketleme ve ifşa mekanizmalarının uygulanması,
  9. 5. Elektrik piyasalarının, yenilenebilir kaynaklara dayalı üretimin lisanslama ve şebekeye öncelikli erişim garantisiyle yeniden yapılandırılması,
  10. 3. Tüm enerji tüketim alanlarında, binalarda ve araçlarda sert verimlilik standartlarının mecburi kılınması,
  11. 1. Fosil yakıtlar ve nükleer enerji için alım garantisi anlaşması dahil tüm teşviklerin kaldırılması,
  12. Evet. Sadece politik değil, aynı zamanda „ekolojik-ekonomik“ bir sorun! Bu ise bizce, yukarda ana çerçevesini çizdiğimiz bir „enerji dönüşümü“ yolu ile temelden çözümü zorunlu kılıyor. Küresel ısınma sorununa Türkiye’den oluşturulacak bu yönlü bir cevap yada katkı, Greenpeace, GWEC ve ERC adlı uluslararası kuruluşların Türkiye’ye yönelik „Enerji (d)evrimi“ başlığında, aşağıdaki taleplerde yada hedeflerde ifadesini buluyor: [5]
  13. Ancak Türkiye’de uygulama bu şekilde olmamıştır. Büyük ve küçük hidro projeleri için, tüm hidro potansiyelinin kullanılmasına yönelik düzenleme yasalaştırıldığından, pek çok proje ile yerel halkın suya erişim hakkı ihlal edilmiş ve akarsu ekosistemlerinin korunması da ihmal edilmiştir. Hidroelektrik projelerin birkaç yıl içindeki hızlı artışı, farklı yenilenebilir kaynaklar ile enerji verimliliği arasında dengeli bir yaklaşım benimsenmediğinde, yenilenebilir enerji politikalarının nasıl yanlış gidebileceğinin bir örneğidir.
  14. „.. Hidroelektrik küresel kaynaklarının önemli bir bölümü zaten kullanılan olgun bir teknolojidir. Ancak hâlâ, hem yeni tasarılar (özellikle, ya hiç olmayan ya da çok küçük rezervuar barajları olan küçük ölçekli nehir yatağı projeleri) hem de var olan yerlerin tekrar güçlendirilmesi için biraz daha potansiyel mevcut. Su taşkınlarının kontrol edilmesi ve kuraklık dönemlerinde su tedariğinin sürdürülmesi için artan ihtiyaçla birlikte hidroelektrik için biraz daha fazla potansiyel olması muhtemeldir. Sürdürülebilir hidroelektrik, ekoloji ile ekonomik olarak cazip olan güç üretimini birbiriyle uzlaştırırken, nehirlerin ekosistemleri ile santralleri birbirine entegre etmek için bir çaba sarf eder.
  15. Burada cevaplanması gereken soru, hükümetin yada Enerji Bakanlığının neden böylesi „yarım“ adımlar attığı, bunların sonunu getirmediğidir. Bizce bu sorunun cevabı, enerji politikasının -başka çözüm yollarına hiç yada kısmen yer bırakan- belli bir „ideoloji“ ile şekillendirilmesindedir. Buradaki politik tercih, enerjinin -klasik tarzda- nükleer bazda diğer kaynakların desteği ile oluşturulması şeklinde.. Yenilenebilir Enerji Kaynakları ise bu tür klasik“ enerji edinim politikasında ona eklemdirilmiş bir -hadi o da olsun, yada „bizim de var“ türü- „üvey evlat“ muamelesi gören, dolayısı ile enerji politikasının merkezinde yer almayan bir olguyu ifade ediyor ülkemizde.. Ve burada, yani Yenilenebilir Enerjiler’de ağırlığı da -açıkça- akarsulardan elde edilen, günlük literatüre HES (Hidrolik Enerji Santrali) olarak giren enerji üretme biçimi oluşturmaktadır. Ki bu da bazen -aslında olmaması gereken- bir takım sorunları da beraberinde getirmektedir: [4]
  16. Bu nedenlerle, başlangıçta sektöre belli bir hareketliliği getirmesine rağmen, lisansız enerji üretimi konusunda atılan bu adımın orta vadede Yenilenebilir Enerjiler’e insanların „kitlesel“ katılımı ile bir „patlama“yı beraberinde getirmesini beklemek bizce gerçekçi değil!
  17. .. Ortaya çıkan tabloda kolay entegrasyonu teşvik etmesi amacıyla ortaya çıkan lisanssız sürecin kolaylıktan uzaklaştığı ve lisanlı yatırım ile aynı zorluklara ulaştığı, büyük yatırımcıyı teşvik eden lisanslı yatırımın da teşvik ve katkı payı modeli sebebiyle cazibesini yitirdiğidir. Yönetmelikler bu şekilde devam ettiği sürece lisanslı süreçte yatırımcının ve halkın faydasına bir yatırım beklemek pek doğru olmaz..[3]
  18. Şöyle ki; her ne kadar “Çed Kapsamdışı” alsanız dahi çevre şehircilik’e başvurmak durumundasınız. 20 dönüm altı araziler için bu evrak ücretsiz bir şekilde verilirken ve yaklaşık 1 haftalık bir süreç varken 200 dönüm’e kadar olan arazilerde “Proje Tanıtım Dosyası” hazırlamak durumundasınız. Burada yaklaşık 4.000TL ilgili bir ÇED firmasına, yaklaşık 15.000TL’de devlete vergi olarak ödeniyor. Süreç 2 hafta, verilen evrak aynı. Lakin 200 dönüm üzerindeki araziler için “ÇED” onayı gerekiyor. Bu da yaklaşık 6 aylık bir süreç demek. Lisanslı da olsanız, lisanssız da olsanız bu sürece katılmak zorundasınız.
  19. „.. Lisanssız modelin ilk yanlış anlaşıldığı nokta sürecin “daha kolay” olacağıdır. Lisanslı bir yatırımda gerekli tüm izin süreçleri lisanssız bir süreçde de geçerlidir.
  20. Yenilenebilir Enerjiler konusunda beklenilen atılımların oluşmaması, insanların ilgisiz kalması hükümeti yakın geçmişte yeni tedbirler almaya itti. Bu bağlamda „arz güvenliğinin sağlanmasında küçük ölçekli üretim tesislerinin ülke ekonomisine kazandırılması ve etkin kullanımının sağlanması“ için 2013 yılında alınan bir kararla Yenilenebilir Enerji sektöründe herkesin lisansız olarak enerji üretme -dağıtım sistemi ile bağlantılı olarak- üretim bazları kurma konusundaki kurulu güç sınırı 500 kW’den 1.000 kW’ye çıkarıldı. İlerde -ihtiyaç durumunda- yükseltilmeye açık olan bu tedbir, bir önceki satırlarda dile getirdiğimiz „Yenilenebilir Enerji Kaynaklarını Destekleme Mekanizmasının (YEKDEM) yetersiz kaldığı“ tespitimizi doğruluyor. Önemli ve doğru yönde atılmış bir adım, ama yetersiz! Çünkü
  21. Yukardaki sıraladığımız tedbirler böylesi bir inovasyonu başlatabilir! Böylesi bir gelişme ile üretimin ve üreticilerin çeşitlendirilmesinin, orta vadede enerji fiyatlarının düşmesinin de önünü açalabilir, bu şekilde faturalardaki kesintilerin (örneğin Enerji Fonu‘nun) en azından belli bir bölümünün tekrar halka geri dönmesi de sağlanabilir. 20. yüzyılın oligopolist-merkeziyetçi enerji piyasısına karşı 21. yüzyılın çoğulcu-serbest rekabetçi (yenilenebilir) enerji piyasası! Potansiyel „ademi merkeziyetçi“ bir enerji piyasasını geliştirecek olan motor budur. Sektörde üretici güçlerin gelişmesinin, adına yaraşır bir şekilde „sürdürülebilir, ekolojik“ olarak sağlanmasının da temeli ancak bu olabilir. Böylesi bir gelişmenin enerji (politik) açısından diğer bir artısı da, halkın enerji sorununun çözümüne, enerji üretimine katılması, böylelikle Yenilenebilir Enerjilerde üretim yerleri konusunda toplumda ortaya çıkan „çelişkilerin“ gereksizleştirilmesidir. Söz konusu çelişkilerin çözümünde başvurulan tartışmalı kimi Osmanlı usülü „müsadereler“- kamulaştırmalar da böylelikle fuzilileşebilir.
  22. Tüm bunlar kadar önemli olan, içinde gelişme potansiyelini barındıran insiyatif ise, tıpkı Almanya yada Danimarka örneğinde olduğu gibi enerji üretimine her kesimden insanların katılmasının yolunun açılması; insanların enerji üretim kooperatiflerinde, birliklerinde, insiyatiflerinde, şirketlerinde biraraya gelip kendileri ve „piyasa“ için enerji üretmelerinin yolunun açılması! Neden olmasın? Gerçek „halk mülkiyeti, sermayesi“ neden bizde de gelişmesin?
  23. şeklindeki tedbirlerle desteklenmelidir. Bu anlamda Yenilenebilir Enerjilerde sektör içi özellikler göz önüne alınarak, örneğin Türkiye’de önemli potansiyelleri ifade eden Jeotermal ve Biyo(kütle ve gaz) enerjisinin gelişmesinin önündeki engellerin „temizlenmesi“ tabii ki önemlidir. Bu konudaki sorunları ve çözüm perspektiflerini, yine bir önceki çalışmamızda ele almıştık. [2]
  24. d) yatırımların, tamamen KDV ve Gümrük vergisinden muaf tutulması, vergi indirimlerinden (damga vergisi) yararlandırılması, e) girişimcilerine SSK primlerinde indirimler ve yatırım yerleri tahsisinde kolaylıklar
  25. b) yatırımlarında, yatırımın tamamlandığı ve işletmeye başlatıldığı dönemden itibaren yatırımcılar belli bir süre (örneğin 5 yada 10 yıl gibi) Kurumlar Vergisi’nden muaf tutulması,
  26. Yatırım ufku 40 yıl olarak tespit edilen (elektrik) enerjisi sektöründe,[1] yatırımcıya ve finansöre güven verecek olan bu süreler, Yenilenebilir Enerjiler’de tespit edilen ortalama
  27. Tabii burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, Yenilenebilir Enerjilerin „şebekeye ulaşımda“ özgür olmaları, önünün diğer „klasik enerji kaynakları“ tarafından tıkanmaması, bu konuda önceliğe sahip olmasıdır. Çünkü sisteme „satış yapacak“ olan girişimci, bu anlamda „pazar güvenliği“ ister.

[1]              Greenpeace Uluslararası, a.g.y., S. 18

[2]              Z. Alptekin, Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve Türkiye / Enerji Sorunu açısından Potansiyeller ve Olanaklar üzerine kısa bir analiz, S. 17: https://yenilesme.files.wordpress.com/2015/08/tc3bcrkiye-ve-yenilenebilir-enerjiler1.pdf

[3]              Orçun Başlak, Lisanslı ve lisanssız GES yatırımları arasındaki başlıca farklar: http://enerjienstitusu.com/2014/07/25/makale-lisansli-ve-lisanssiz-ges-yatirimlari-arasindaki-baslica-farklar/ (10.09.2015)

[4]              Greenpeace Uluslararası, a.g.y., S. 47

[5]              a.g.y., S. 14

[6]              Z. Alptekin, Kombine Yenilenebilir Enerji Güç Santralleri, a.g.y. , S. 29

[7]              Greenpeace Uluslararası, a.g.y., S. 13 ve 63

*           ) Türkiye’de kısa adı ile ÇED „Çevre Etki Değerlendirmesi“ araştırması olarak bilinen mevzuat, modern ve uygulanabilirlikten oldukça uzak bir nitelikte! Müracaatla alınması çoğu kez girişimciyi usandıracak derecede uzayan prosüdürlerin -çünkü bazen araştırmaların içine Genelkurmay yada MİT de girebilmektedir- „pragmatik çözümleri“, yerine göre kaymakamlar tarafından verilen „ÇED’e gerek yoktur“ türü „türk tipi fetvalarla“ ile de ortaya çıkabiliyor.

[8]              Greenpeace Uluslararası, S. 22

 

Paylaş