Anasayfa » Politika » KÜRESELLEŞME İLE IRKÇILIK NASIL BİRARADA OLABİLİYOR?…Zeki Alptekin Yazdı

KÜRESELLEŞME İLE IRKÇILIK NASIL BİRARADA OLABİLİYOR?…Zeki Alptekin Yazdı

Almanya örneğinde Avrupa’da ırkçılığın maddi kökenleri

Eskiden Avrupa’da 20. yüzyılın 2. yarısında ırkçılık, yabancı düşmanı eğilimler özellikle siyasi arenada konjöktürel olarak ortaya çıkan ve sonradan kaybolan bir olgu idi. 21. yüzyılda başını alıp giden küreselleşme döneminde ise bu -gelişmeye başlaması 90’lı yıllarının başlarına dayanan- uzunca bir dönem toplumda kalıcı eğilimler olarak kendini göstermeye başladı. Batı ve Orta Avrupa’da, Fransa’da Le Pen hareketi, Almanya’da AfD vb. örneğinde kitleselleşen hareketlerin (toplumsal destekler %15-30 arası değişiyor) diğer ülkelerde de yansımaları var. Nedenleri açısından biraz değişik bir manzara arz etseler de, çoğu Doğu Avrupa ülkelerinde (eskinin „reel sosyalist“ ülkelerinde) de benzeri eğilimler iktidarlarda ifadesini buldu.

 

Irkçı, göçmen düşmanı bu eğilimlerin politik arenada şimdilik kalıcı olması gerçeği nereden ileri geliyor? Sınırların ve 20. yüzyılın klasik ulus-devletlerinin aşınması, inkar edilmesi olan küreselleşme döneminde, ona „ters“, uluslararasılaşmaya ve onun sonuçlarına karşı olmayı, diğer bir deyimle „içe kapanmacılığı“ ifade eden, toplumda gıdasını başka kültür kökenlerinden gelen insanları ötekileştirmeden, dışlama ve toplumda onlara karşı ön yargıları şiddetlendirmeden ve en nihayetinde kimi yerlerde yaygın bir biçimde islamofobiyi körüklemekten alan bir tür „modern“ ırkçılık; genelde Avrupa’da, özelde Almanya’da nasıl ve hangi zeminde yükselip kitleselleşebiliyor? Sorun, aşağıda ele alacağımız çeşitli nedenleri içeriyor:

 

  1. Almanya toplumunda kendisinden olmayan, „yabancı“ olan şeylere mesafeli, kuşkulu ya da rezerve yaklaşımlar; istisna sayılamayacak, sisteme özgün bir eğilimi ifade ediyor. Bu eğilim bizce, Almanya’nın kapitalizm sahnesine geç çıkmasında, dünyanın ekonomik olarak paylaşımı mücadelesinde geç kalmasından ileri geliyor. Diğer Avrupa ülkelerinin 300 yıllık sömürge edinme deneyimlerine Almanya 20. yüzyıl başlarında başarısız bir şekilde başlar. Bu zamanlarda uluslararası (ekonomik) ilişkilerde ülkenin yeri, diğer emperyalist ülkelere kıyasla oldukça geridir. Öyle ki, o dönemde Almanya’da yapılan sermaye ihracı rekabet ettiği diğer ülkelere göre oldukça az ve önemsizdir. Zamanında diğer kültürlerle buluşmayı, onları tanımayı engelleyen bu tarihsel arka plan, ilişki ve davranışlarda belli bir içe kapanmacılığın, kendisinden olmayana mesafeli durma, ön yargılı yaklaşmanın maddi temelini oluşturur.

 

Bu tür eğilim ve alışkanlıklar, toplumsal gelişim sürecinde giderek aşınsa da, belli toplumsal kesimlerde ya da hafızada varlığını sürdürüyor.

 

  1. II. Dünya savaşında faşizmin yenilmesinden sonra bile, faşizan eğilimler Almanya’da şu ya da bu şekilde varlığını korudu. Bunda, başlangıçta Nazi geçmişi ile yüzleşememe, devlet kademelerinde, örneğin yargıda üst kademelerinin yarısından fazlasında Hitler dönemine ait güçlerin yer alması ve bu dönemde ortaya çıkan „ekonomik refah“ dönemi ile bu gibi gerçeklerin, faşizm-ırkçılık olgusunun üstününün örtülmesi rol oynadı.

 

68 döneminden sonra Batı Avrupa’da gelişen liberalleşme-demokratikleşme döneminde geçmiş ile yüzleşmede yol alındı ise de sorun tam olarak çözülemedi. 60’lı yılların sonunda Batı Almanya’da NPD (Almanya nasyonalist Partisi)’nin göreceli güçlü olduğu biliniyor.

 

Özellikle 60’lı yıllarda ekonomik refah döneminde Batı Avrupa’da ekonomik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan işgücü ihtiyacı, ulus-devletlerce „dışardan“, yani ekonomik olarak daha geri olan bölgelerden ikili anlaşmalarla getirtilen  „misafir işçiler“ ile giderildi. 1970’lerde (özellikle 1973 petrol krizinden itibaren) ekonomik refah döneminin sona ermesiyle durdurulan bu „devlet tarafından örgütlenmiş göç“, bu sefer bölge- ve ülkeler arası gelişmişlik farklılıklarının giderek daha da keskinleşmesi temelinde, kah „iltica“ kılığı altında, kah „aile birleşimi“ adı altında değişik biçimlerde devam etti. Başlangıçdaki misafir işçiler kalıcılışarak göçmenliğe evrildiler. Göç alan ülkelerin iktidarları bu gelişmenin farkına varamadı, toplumda gerekli hazırlıkları yapmakta geç kalındı. Sonra da sanki sorun göçmenlerde imiş gibi tek taraflı işleyecek olan bir „entegrasyon“ çözümü(!) ortaya atıldı. Burada kasdedilen ya da istenen, göçmenlerin tek taraflı olarak topluma uyum göstermesi idi. Oysa olgunun göçmenler kadar göçü kabul eden çoğunluğun da göçmenlere „uyum“ göstermesi, öncelikle en azından onları olduğu gibi kabul etmesi, onların da sadece „çalışan biyolojik bir makina“ değil, her insan gibi toplumsal gereksinimleri olan insanlar olduğu, sadece vergi verme mükellefiyeti olan vatandaşlar değil ama aynı zamanda vergi politikasını uygulayacak olan partiyi de seçme hakkının olması gerektiğinin kabul edilmesi, özetle eşit vatandaşlar olduğunun kabulü vardı. Hala daha sorun olmaya devam eden bu durum ifadesini, örneğin Almanya’daki iş yasasında buluyor: Bir işgücü arandığında öncelik Almanlara, sonra Avrupalı işçilere, daha sonra da Avrupa dışı ülkelerden gelenlere veriliyor. Sıralamanın en sonunda ise Afrika kökenli insanlar yer alıyor. Burada geçerli olan „Yabancılar Yasası“ oldukça sıkı ve yabancı kökenli insanları bir güvenlik sorunu olarak görüyor. Almanya Anayasası hala daha vatandaşını teritoryal olarak değil, etnik açıdan tanımlıyor.

 

 

Ayrımcılık ve eşitsizlik üreten bu statüko pratikte ifadesini, örneğin işsizlikten en çok etkilenen kişilerin başında göçmen kökenli insanların gelmesinde,  öğrenme sorunlu ögrencilerin olduğu okulların çoğunun alman kökenli olmayanlar tarafından doldurulmasında, devlet kurumlarında göçmenlerin temsil oranlarının onların genel nüfusa oranlarının (%15) çok altında olması vs. gerçeklerinde buluyor. Bu hali ile sosyal olarak mağdur, mükellefiyetleri olan ama vatandaşlık hakları olmayan, 2. sınıf,  ekonomik kriz durumlarında kolayca hedef olabilecek zayıf bir toplumsal tabaka yaratılmış oluyor.

 

Geçmişte kimi eyalet seçimlerinde bu tabakadan insanlar seçimlere malzeme yapıldı. Politikacıların kimi „yabancı karşıtı“ propagandaları, militan faşistlerin kundaklamalarında kullandıkları Molotof kokteyllerinde benzin oldu. Bu ve benzeri uygulamalar ve saldırılar, göçmen kökenli insanların korunma reflexleri ile içe kapanmasını beraberinde getirdi. Bu korunma dürtüsü pratikte kendisini bazen kör milliyetçiliğe yada dini motiflere sarılmada, en iyi hallerde ise topluma sırt çevirme şeklinde ifadesini buldu, halen daha buluyor. Bu sürecin toplumsal yaşamdaki sonucu ise doğal entegrasyonun, „azınlık“ ve „çoğunluğun“ toplumda karşılaşmasının, biraraya gelmesinin engellenmesi oldu. Bu ise, karşılıklı olarak ön yargıların güçlenmesinin yolunu açtı.

 

  1. Avrupa’nın genelinde göçmen kökenli insanlara yönelik önyargıların, ayrımcılığın, ırkçı yaklaşımların 90’lı yıllarından itibaren oldukça arttığını, militan fiziksel saldırıların yükseldiği gözlemlendi. Bu, Batı ve Doğu Almanya’da da böyle.Yani sorun her yerde, ama belli farklılıklar göstererek. Şöyle ki;

 

Almanya’nın doğusunda (yani eski „sosyalist“ DDR’de) yabancı düşmanlığı nicel  olarak daha fazla; nitel olarak da daha saldırgan ve militan!  Bunun diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi geçmişle ilgili „özgül“ nedenleri de var. Örneğin, bölgede göçmenlerle ilgili bir geçmişin yada tarihin (bir-iki istisna dışında) hemen hemen hiç olmaması gibi… Dünyaya  açık olmayan, tek tip eğitimin olduğu, „anti-faşizm“ ve „halkların kardeşliği” gibi politikaların devlet eliyle yukarıdan dayatılan ideolojik söylemler olarak kaldığı bir sistemdi bu özetle! Bu sistemin hakim ideolojisine ya da resmi devlet görüşüne göre „reel sosyalizmde ırkçılığın maddi temelleri yoktu“; bu yüzden sorunun varlığı sürekli inkar edildi, yani Batı’nın tersine sorun hasır altı edilerek onunla yüzleşilmedi, tartışılmadı.

 

Buna ek olarak; her iki Almanya’nın birleşmesinin getirdiği ve hala varlığı hissedilen kimi ekonomik ve sosyal sorunların (örneğin göreceli yüksek işsizlik) varlığı, ırkçı ön yargıların kolayca yeşereceği bir zemini sunuyordu. Öyle ki, Doğu Almanya’da faaliyetteki camilerin ve oralarda yaşayan müslüman göçmenlerin sayısı bir elin parmağı ile sayılacak kadar az olmasına rağmen göçmenlere karşı ön yargılar ülkenin Batı’sına kıyasla göreceli olarak daha yüksek: Müslümanlığı bile bilmeyen  bir sürü insan; kendi ülkelerinin mülteciler tarafından istila edileceğine, islamlaştırılacağına inanıyor ve her gelenin potansiyel bir İŞİD teröristi olduğunu düşünüyor.

 

Tabi ırkçılık sadece Almanya’nın doğusuna özgün bir olgu değil, ülkenin batısında da var; nicel olarak belki biraz daha az,  daha az militan ve saldırgan bir şekilde. Ama var! Ön yargılar her yerde aynı. Bir örnekle açıklayacak olursak;

 

Bu yıl Doğu’daki Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde yapılan -ilk defa katıldığı- seçimlerde göçmen karşıtı, ırkçı AfD (Almanya için Alternatif Partisi) neredeyse %25 oy alarak ikinci büyük parti konumuna geldi. Aynı parti BatıAlmanya’nın güneyinde yer alan Baden-Württemberg eyaletinde ise %15 oy aldı. Yani aradaki fark %10 gibi. AfD’yi  seçen kitlenin yapısı da oldukça ilginç. Sadece eğitim seviyesi düşük, toplumdan deklase edilmiş işsiz lumpen kesimlerin değil, özellikle işçi sınıfından ve de orta kesimlerden de hatırı sayılır bir seçmen desteği var.  Araştırmaya değer bir sosyolojik bir vaka!..

 

  1. Bu noktada eklenebilecek son bir faktör de ırkçılık olgusunun dünyamızın küreselleşmesine koşut olarak, aynı zamanda ona ve onun „olumsuz“ sonuçlarına bir tepki olarak ortaya çıkması ve bunun Avrupa özelinde, AB birliğinin anti-demokratik, aşırı merkeziyetçi, bölgelerin yerel özellik ve çıkarlarını dikkate almayan eski 20. yüzyıla özgün yapısı nedeniyle, daha da şiddetlenmesi gerçeği! Avrupa’da tüm ırkçı partilerin Avrupa Birliği karşıtlığı üzerinden de hatırı sayılır oranlarda oy toplaması, birliğin bu tür sorunlarını ortaya koyuyor.

Son tahlilde ırkçılık, orta ve uzun vadede küreselleşmenin  dünyanın her yanına ekonomik, sosyal ve politik olarak yerleşmesi ve kök salması ile ortadan kalkacak bir gelişme! Ama bu, ırkçılığa karşı politik planda tavır alma zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor. Tam tersine, küreselleşme sürecinin insanlığın yararına düzenlenmesini gerekli kılıyor.

 

Burada ortaya çıkan ilginç bir diyalektik de küreselleşme ve bunun sonuçları karşısında „ırkçı sağcılar“ ile Sol Parti’nin çoğu noktalarda aynı noktalarda buluşmaları! İşçi sınıfının sınıf olarak ortaya çıkmasından beri sağ ya da sol olma konusunda tayin edici olan sosyal sorun, yani toplumsal adalet gerçeği idi. 21. yüzyılda politik koordinat sisteminin nirengi noktasını oluşturacak olan ise küreselleşme gerçeği! ‘Kendini hapsetmek mi“ yoksa „açık toplum olmak mı“? Bu konuda AfD ve Sol Parti’nin birbirine benzer tandanslar göstermesi, Merkel’in savaş mağduru göçmenler konusundaki politikasına karşı çıkmaları her iki partinin ortak yanlarını oluşturuyor. Bu yılki eyalet seçimlerinde her iki parti arasındaki oy geliş-gidişlerinin fazla olması da bu gerçeğin altını çiziyor…

 

Mülteci sorununun çözümü konusunda diğer tüm Alman Partileri ve Avrupa Ülkeleri tarafından topa tutulan başbakan Merkel’in savaş göçmenleri konusundaki ilkesel politikası hristiyan kültürünün hümanist değerlerine gönderme yapıyor. Türkiye bunu anlamalı ve Merkel’e ırkçılara karşı desteğini sunmalıdır. Bu; hem Türkiye’nin dış politikadaki yalnızlığına derman olabilir, hem de ortada var olan „global“ bir sorunun çözülmesine katkıda bulunabilir. Ama, tetikçi medyada konjonktürel olarak bir „komplo“ mantığı ile oluşturulan Almanya-Avrupa düşmanlığı bunun önünde bir engel! Derdimizi anlatması açısından yazımızı Almanya’nin ünlü bestecilerinden biri olan Konstantin Wecker’in sözleri ile bitiriyoruz:

 

„ .. AfD ile Birlik Partilerinde (kasdedilen kardeş partiler olan CDU ve CSU / Z.A.) var olan aşırı sağcılar arasında görünüşe göre bir iş bölümü var:

 

AfD, aşırı fazla olarak görülen insani yardımlara karşı olan protestoları yakalayarak içine alıyor. Söder (CSU’lu politikacı) gibileri ise birlik partileri içindeki „sağa kayışı“ -sözümona AfD’nin gelişmesinin engellenmesi için- ona uyarak ilerletiyor. Göründüğü kadarı ile Merkel sonrası  bir „sağ-muhafazakar“ dönem hazırlanma aşamasında. Eski bir solcu olarak günün birinde bayan Merkel’i savunmak zorunda kalacağım hiç aklıma gelmemişti. Ama „Merkel çekip gitmeli“ ırkçı bağırtıları bende doğal bir korunma duygusu uyandırıyor. Bayan Petry’nin (AfD başkanı) şansölye olması durumunda illegaliteye geçmeyi tercih ederim.“

Paylaş